Hemen aşağıda anlattığım hareketli günün hemen ertesi günü, İstanbul'un olabilecek en güzel, en güneşli 30 Kasım sabahı, bir pazar (pazar olmasına gerek yok gerçi) sabahı o saatte ayakta olması için ancak önceki gece uyumamış olması gereken fakat bir şekilde uyanmayı başarabilmiş grubumuzla martılara atılacak simite kadar planlanmış 'sanat dolu bir pazar günü' programımızı hayata geçirmek üzere Beşiktaş'ta toplanıp Emirgan'dan geçen bir otobüse atladık. Emirgan'da, planladığımızdan biraz geç de olsa sonbaharın sonuna, sabahın körüne inat yakıcı güneşe, çay yerine meyve suyumuz, simit yerine tostumuz olmasına rağmen doyurucu bir kahvaltı yaptık boğaza nazır. Müzenin girişindeki, otobüsten inerken gözümü korkutan sıra sadece Xray'den kaynaklandığından olsa gerek çabucak eridi ve bilet kontrol eden amcamın elindeki delgeç ile uğraşmışcasına biletimdeki Dali'yi korsana çevirmesinden sonra içeri girebildik. İçeri girer girmez 'mal bulmuş mağribi' misali gözlerim bir Persistence, bir Tentation, bir Metamorphosis of Narcissus aramaya koyuldu hemencecik, serginin büyük çoğunluğunu eskizlerden ve çok meşhur olmayan çoğunlukla küçük boyutlardaki tablolardan oluştuğunu görmem biraz hayal kırıklığı yarattı. Önce Semih'le elimiz çenemizde düşünceli bakışlarla tabloları çözebileceğimizi düşündüysek de boş bakışlardan fazlasını beceremeyince, Beykent üniversiteli grubu gezdiren rehberin takipçileri arasında buluverdim kendimi, Semih ise özgür ruhunu ve uykulu bünyesini dizginleyemeyip hızlı bir turun ardından An Andolous Dog'un gösterildiği salonda filmin de esin kaynağı olan rüyalar alemine kendini terk etmeye koyuldu. Beykent'e eşlik rehberden memnun kalmayınca Kübra gibi ben de tüm sergi boyunca taşıdığı çantasından sürpriz bir şeyler çıkaracağını umduğum, gereğinden fazla konuşsa da resimleri anlaşılacak kadar basitleştiren rehberin peşine takıldım. Oldukça mest edici olsa da baştaki hayal kırıklığım yüzünden olsa gerek sergiye dair şimdilik hatırladığım tek şey, Dali'nin yumurtalara, sekse, İsa ve Meryem'e ve de mimariye takıntılı olduğunu öğrenmiş olmamdan ibaret.
Özgür'le sigarasızlıktan tükenen ikili olarak, sergiyi yeterince gezdiğimizi düşünmesek de dışarı atıverdik kendimizi. Gönülsüz de olsa bir sonraki etkinliğimiz olan Reşat Nuri Güntekin'in Balıkesir Muhasebecisi'ne geç kalmamak üzere ayrıldık Sakıp Sabancı müzesinden. Müsahipzade Celal sahnesine (ismini öğrenene kadar neler çektiğimi tahmin bile edemezsiniz) yetişmek için daha iki saatimiz olmasına aldanarak birer çay içtik müzenin yan tarafındaki çay bahçesinde, tabi o zaman otobüsün trafik yüzünden Beşiktaş'a bir buçuk saatte ulaşacağından habersizdik. Tiyatroya ulaştığımızda ilk perde bitmek üzereydi, oyuna arada dahil olduysak da oyunun güzelliğinden midir tüm konuyu anlamakla kalmayıp oldukça da beğendik oyunu, iki kez uykuya dalıp uyanmış olsam da. Herkesin izlemesini tavsiye ettiğim (en azından ikinci perdesini) bu oyundan sonra rotamızı Üsküdar'dan Taksim'e çevirdik.
Yerini umduğumdan çok daha hızlı bir şekilde bulmayı başardığımız Pera Müzesi'ndeki animasyon film festivalindeki "En İyiler" seçkisine zamanında yetişmeyi başarabildik. Merdivenlerine kadar dolu salon daha baştan filmlerin iyi olduğunun göstergesiydi, siste geçen bir tanesini anlamamış, Napolyon'un anlatıldığı filmin gereksiz olduğunda fikir birliğine varmış olsak da ben en çok bir özürlü tarafından hazırlanan seçkinin ilk filmini beğendim en çok. Özürlü amcam 'durumuzun anlaşılması için ne durumda olduğumuzu diğer insanlara göstermek istedim' minvalinde bir şeyler söyledikten sonra çizgi karekterinin kavuştuğu hareket özgürlüğü bana kendimi yarım, eksik hissettirdi, sanırım onun amacı da buydu.
Film bitiminde Özgür'le Semih'in günü batak oynayarak bitirmeyeceğini umut ederek beni bekleyen Zırd'ı yemek üzere gruptan ayrılıp Güneşli'nin yolunu tuttum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder