Aralık 31, 2008

Oluyor Böyle Şeyler

Bir insanın hayatı fıkrayla özdeşleşir miymiş?..



Temel boğmaca, Dursun ise kabızlık şikayetiyle doktora giderler, muayene olurlar, doktor Temel'e öksürük, Dursun'a ise müshil ilacı yazar ve reçeteleriyle eczaneye giderler. Eczanede bir şekilde ilaçlarını karıştırırlar. Bir hafta sonra Temel ile Dursun tekrar karşılaşırlar, Dursun Temel'e sorar: "Nasıl oldu öksürüğün?", Temel yanıtlar: "Öksürmeye cesaret edemiyorum ki..."

Aralık 29, 2008

Fasten Your Seatbelts; This Passenger is Flying

Öğrenmenin yaşı yok derlerdi de inanmazdım; insanın kendini olduğundan çok daha kötü hissetmesi için bir cümle yetermiş... Hala neden kendimi yediğime dair bir fikrim yok. Çekip gitmek var aklımda, neresi olduğunun pek önemi yok, uzaklaşmam lazım herkesten, herşeyden, en çok da kendimden. Çekip giderken kaçırdığım şeylerin acısını en çok da şimdi çekerken neden bu kadar çekip gitmeyi istediğimi anlayamıyorum, çiviyi çivi söker mi gerçekten de? Giderken hep mutluydum, dönüp de kaçırdıklarımı görünce üzülüyorum en çok, dönmemek üzere gitmek mi acaba her şeyin ilacı? Ne gide gide bir yere varacağım var, ne de bu kadar gittikten sonra dönme imkanım... İlk giderken mi yaptım hatayı, bırakırken kaçıracaklarımı göremeyişim miydi yanlışım?

Aralık 26, 2008

Matematikçilik(?) Kariyerim

Bir matematikçi sanmaz fakat bilir,
inandırmaya çalışmaz çünkü ispat eder.
Güveninizi beklemez.
Belki dikkat etmenizi ister.


Olimpiyat namına tek özelliği yılda bir kez bir grubu Gaziantep'e göndermekten ve her branş için özel bir odaya sahip olmaktan ibaret olan ortaokulum 2000 senesinde bir atılım yaparak ben ve bir arkadaşımı Özel Kılıçarslan Lisesi 3. Ulusal Matematik Olimpiyatları'na gönderme kararı aldı. Ne kadar gereksiz de olsa, macera olacağı için sevindiğim bu yolculuk konforsuzluğuyla nam salmış Ford Transitle gerçekleşmiş olsa da Kayserililerin pastırmalarla süsledikleri misapirverlerliklerini sunuşları sayesinde iyi başladı diyebilirim. Gece geç saatlerde ulaştığımızdan direk bize ayrılan odada uyuduk, ertesi gün sabah yine pastırmalı kahvaltımızdan ve aynı masada oturduğumuz, üniversitede tekrar kaşılacağımız sınavda da birinci olacak arkadaşla muhabbet ettikten sonra bilgisayar labaratuvarından bozma bir sınıfta, arkamda oturan ve daha sonra lisede iki yıl aynı sınıfta okuyacağım hastalığı nedeniyle snif snif burun çekişiyle tüm sınıfta konsantrasyon bırakmayan müstakbel arkadaşımın sabotajlarına rağmen ilk defa rastlaştığım fantastik işaretlerle bezeli sınavı iyi kötü bitirdim. Sonrasında okulun bahçesinde toplanıp kortej eşleğinde Kayseri'yi turladık ve şimdi adını hatırlayamadığım Selçuklulardan kalma tarihi bir yapıyı (hastahaneydi sanırım) gezdikten sonra otobüslerle Erciyes'e çıktık. Üşüme hissimi kaybetmeme denk gelen o gün, dayanıklılığıyla göz dolduran (8 sene sonrasında annem hala temizlik yaparken kullanıyor, geçen de yurtta bir elemanın üzerinde gördüm) sınav orginazatörleri tarafından dağıtılan gri tişört ile Erciyes'i fethettim, eğer tipi başlamamış olsa teleferikle yukarıya çıkıp kardan adam bile yapardım ya... Bitmesini sabırsızlıkla beklediğim geziden ve akabindeki akşam yemeğinden sonra organizasyonun en bomba bölümü başladı: Emral konseri! Emral'ı hatırlamayanlarınız olabilir; şarkıcı (küçük) Emrah'a benzerliği ve dönemin hit şarkısı "Büyüklük sende kalsın eşeklik bende" ile gönüllerde taht kurmuş, medyadaki son yer alışı (Emrah'a kaybettiği tazminat davası) ile ortalardan kaybolan büyük şarkıcı! Hayatımın en eğlenceli konserlerinden biri olmaya aday bu konserde Emral bey organizatör vakıfın mütevelli heyeti başkanı tarafından "Emrah'a organizasyonumuza katıldığı için çok teşekkür ediyoruz, avrupa turnesini erteleyip burada bulunduğu için müteşşekiriz" şeklinde sunuluşu, organizatörlerin de hain bir komploya denk geldiği hissi uyandırdıysa da Emral'ın bombaları burada bitmeyecekti. Palybackindeki aksaklıklarla şarkı sözlerini karıştırışına hiç girmeden en bomba bölümünü anlatayım kısaca; Emral arkadaşımız, şehitlere yazdığı ultra mega süpersonik şarkısının sırası geldiğini düşündüğünden sahnenin kenarına oturarak elinden geldiğince(!) duygusal bir modda şehitlerden, üzerinden daha bir yıl bile geçmemiş olan depremden(17 ağustos 1999), bahsedip sahnedeki yerini aldığında hoparlörlerden zat-ı şahanelerinin başyapıtı "Büyüklük sende, eşeklik bende"nin yükselişiyle yaşadığı şaşkınlığa rağmen şarkıya devam edişi, kimsenin duruma aldırış etmeyişi, orda karşılaştığım teyzem başta olmak üzere herkesin oldukça eğlenişi... Starımızın repertuarının darlığı nedeniyle çabuk biten konserin sonrasında abartılı bir hava fişek gösterisi ve dönemin popüler Shakira şarkısı (Whenever Wherever) eşliğinde ödül töreni yapıldı, dört ay sonra sahneye çıkanların beşiyle aynı olimpiyat grubunda yer alacağım ve ikinci çıkartmamız olan Doğu Akdeniz Matematik Olimpiyatları'na beraber katılacağımızdan habersizdim tabiki.

Bir sene sonra yine bir transitle bu kez doğu Akdeniz Üniversitesi'nin sınavı için Antalya'ya gittik, hiç yemek molası vermediğimiz halde 7 saatten fazla süren yolcuğumuzda Emral'ın bile taklit edemeyeceği kadar iyi bir sesle içimizden bir arkadaşımızın "Hocam, çok acıktık" repliği açlığımızı untturdu bize gidene kadar. Ters bir saatte ulaştığımızdan açık bulduğumuz ilk lokantaya girip mantı siparişi verdik, yemekler gelene kadar çok roka yedik ki, o günden sonra bu nebatatla ilişiğimi kesmeye karar verdim. Antalya'da ise ilerde tanışacaklarımın aksine bu sefer önceden tanıdığım pek çok insanla karşılaştım. Yukarda anlattığım sınavdaki ve o senenin aralığındaki Tübitak olimpiyat madalyalarını süpüren ekibimiz sanatını tekrar icra etti. Konyaaltı'nda geveze komilerle dolu lokantada yemek yiyip, sahilde top oynayıp, suyunun içilip içilmediğini hala merak ettiğim camideki fantastik diyaloglardan sonra dönüş yolunda 'içki satmayan' marketçiden aldığımız malzemelerle "manyak steril sandviçler"imizi yiye yiye Ankara'ya döndük. İkinci başarısızlığımdan bir ay kadar sonraki Tübitak ilk aşama (Mayıs) sınavında da başarısız olduktan kariyerimi sonlandırma kararı aldım.


Gazete kupürü

Aralık 24, 2008

It has been a while since I lost the track



Önceleri hayatım basitti, aile-akrabalar ve komşular ki bir şekilde birbirleriyle ilintili olduklarından karmaşık olmaktan çok uzaktı bu durum. Sonra okuldaki insanlar katıldı buna; basitçe açıklayacak olursam birbirini hiç tanımayan ve ilişkisi bulunmayan iki farklı dünyadan iki farklı hayat yaşamaktan bahsediyorum, sizden beklentilerinden tutun ahlaki değerlerinden dünyayı algılayışlarına kadar iki farklı dünya... Okul yılları ilerledikçe ve yeni okullara geçtikçe eski dostlar, mahalleden arkadaşlar girdi işin içine, üniversite de işin içine girince durumun iyice zıvanası çıktığını düşünürken şu anki durumumdan bihaberdim tabi ki.

Aslında tüm bunlar, geçenlerde bir arkadaşımın varlığından bile bihaber olduğum kardeşiyle telefonda konuşurken sanki o bizi tanıyormuş gibi "Kaan'la Onur yanımda" deyince aklıma geldi, o kadar çok kişi tanıyorum ki birbirlerinden bihaber olmalarını bırakın, değer yargıları, hayatları birbirinden o kadar farklı ki: kiminin eğlence anlayışı Taksim'de keyiflenmek(!) iken, kimininki oturup saatlerce kağıt oynamak, kimininki saatlerce muhabbet etmek... kiminin ağzı o kadar bozuk ki yanında kelimeleri seçmenize hiç gerek yokken, ertesi gün ağzınızdan çıkan her kelimeye dikkat etmeniz gerekiyor, kimine hakaretvari gelecek muhabbet, diğeri için eğlenceden ibaret, kimi alaycı tutumunuzu yadırgamazken kimi bunu hiç hoş karşılamıyor... Listeyi uzatabiliriz tabi ki, ama burdaki asıl problem hiçbiriyle 'aynı kişi' olamayışım, sanki herbiriyle farklı bir kişiliğe bürünüyorum, bu durum karaktersizliğimin belirtisi olabilir, ya da herbirinin dostluğuna değer verdiğim yanlarında onlar gibi olmaya çalıştığımdan olabilir. Özellikle dinamiklerini bilmediğin bir gruba girdiğimde ipin ucunu kaçırıyorum resmen, nerede ve kiminle ne konuşacağıma dair fikrim olmadığından ya dut yemiş bülbüle dönüyorum ya da basit evet-hayır sorularını bile "olabilir"lerle cevaplayacak kadar aptallaşıyorum. Modern zamanlar dediğimiz şeyin (sanırım) benden başka şikayetçisi olmayan bir getirisi galiba bu, bununla da yaşamayı öğrenmem/kabullenmem lazım sanırım.

En güzeli, kazmayı sabanı kapıp köye yerleşmek: aynı insanlar, basit hayat...

Obsessive Compulsive Disorder

İzlediğim film/dizi herhangi bir şeyde hoşuma gitsin ya da gitmesin tanıdık gelen uzun zamandır dinlemediğim bir müzikle karşılaşınca anın tadını çıkarmaktansa o müziği nerden hatırladığımı çıkarmaya hatta o müziği bulup indirmeye kalkışıyorum. Bazen; müziği dinle, tadını çıkar, bittikten sonra indiriverirsin diyorum kendime ama mümkün mü? O an izlediğim şeyi durdurup şarkıyı bulmalıyım, çoğu zaman o kadar uzun zaman harcıyorum ki fiyaskoyla sonuçlanıyor. Video formatındaki her şeyde kullanılan müziklerin kaydının tutulduğu bir site lazım bana...

Aralık 21, 2008

Melancholy is in My Blood


Temizlikçinin ısrarla her seferinde bilgisayarımın fişini çekmeyi başardığı, geçen senekine göre daha soğuk komşuların bulunduğu, fakat öncekinin yarısı kadar merdivenle çıkabildiğim ve sadece haftanın bir günü yurdu şereflendiren arkadaşım sayesinde tek başıma sefasını sürdüğüm odamdan çıkmadan geçirdiğim saçma sapan bir cumartesi gecesi sonrası güneşin doğuşunu izlemek için dışarı çıkmaya kalkıştığımda yangın merdivenlerinin kollarının sökülmüş olduğunu görüp, bir de üzerine havanın da zaten yağmurlu olduğunu farkedip üzülüyorsam bu bende bir bozukluk olduğu anlamına geliyor sanırım.

Aralık 20, 2008

Everybody's Dream


Those men who say that they don't want to be a Don, and those women who say that they wouldn't fall for him are simply lying.

Aralık 16, 2008

I don't have what it takes


Şöyle rahat bir uykuya tekrar ne zaman kavuşacağım acaba, sabık berber, yeni girişimci her daim geveze Hacı Ömer ve dertleriyle geçen 16 saatlik yola, sonrasındaki 13 saatte de sırf kafamı meşgul etmek için izlediğim onlarca dizi ve filme, matlabla cebelleşmelerime rağmen yatağa karşı soğukluğu hala üzerimden atamamış olmam düzelemediğimin, bunun kısa zamanda da gerçekleşmeyeceğinin göstergesi sanırım. Yoruldum, hayatıma çekidüzen vermek için ileriye atadurduğum tarihler yüzünden bu günümün elimden kayıp gitmesinden. Böyle geçecek hayatım bundan sonra, bu gerçeği de kabullenmem gerek artık, son günlerde 'büyümek' 'olgunlaşmak' artık herne ise (adını siz koyun) o şeyin hayallerinden vazgeçmek, bazı şeyleri kabul etmek, sineye çekmek olduğunu düşüneduruyorum sadece; öyle olmasa elinden şekeri alınmış bir çocuktan farksız şu halimle kimsenin okumadığı, okusa da anlamayacağı şeyler yazıp durur muydum buraya sadece?

Sanırım sadece ben değil herkes kendi küçük dünyasının prensi, prensesi; hayatın onlara hep güzel tarafını sunacağı ümidiyle yaşıyor, fakat bir gün kral/kraliçe olamayacağını öğrenen herbirimizin sadece şanslı olanları içini dökebileceği yakınlara sahip, ne yazık ki ben onlardan değilim galiba...

Aralık 05, 2008

Reklamlar

Stumbleupon isminde bir site buldum harika bir şey... Sakın bulaşmayın ama, göründüğü kadar masum bir site değil, zaten saatlerce internette amaçsızca sörf yapıyorum diyorsanız, tam size göre.

Bakın nereye götürdü beni...

Aralık 01, 2008

İçimdeki Sanat Aşkı Bambaşka


Hemen aşağıda anlattığım hareketli günün hemen ertesi günü, İstanbul'un olabilecek en güzel, en güneşli 30 Kasım sabahı, bir pazar (pazar olmasına gerek yok gerçi) sabahı o saatte ayakta olması için ancak önceki gece uyumamış olması gereken fakat bir şekilde uyanmayı başarabilmiş grubumuzla martılara atılacak simite kadar planlanmış 'sanat dolu bir pazar günü' programımızı hayata geçirmek üzere Beşiktaş'ta toplanıp Emirgan'dan geçen bir otobüse atladık. Emirgan'da, planladığımızdan biraz geç de olsa sonbaharın sonuna, sabahın körüne inat yakıcı güneşe, çay yerine meyve suyumuz, simit yerine tostumuz olmasına rağmen doyurucu bir kahvaltı yaptık boğaza nazır. Müzenin girişindeki, otobüsten inerken gözümü korkutan sıra sadece Xray'den kaynaklandığından olsa gerek çabucak eridi ve bilet kontrol eden amcamın elindeki delgeç ile uğraşmışcasına biletimdeki Dali'yi korsana çevirmesinden sonra içeri girebildik. İçeri girer girmez 'mal bulmuş mağribi' misali gözlerim bir Persistence, bir Tentation, bir Metamorphosis of Narcissus aramaya koyuldu hemencecik, serginin büyük çoğunluğunu eskizlerden ve çok meşhur olmayan çoğunlukla küçük boyutlardaki tablolardan oluştuğunu görmem biraz hayal kırıklığı yarattı. Önce Semih'le elimiz çenemizde düşünceli bakışlarla tabloları çözebileceğimizi düşündüysek de boş bakışlardan fazlasını beceremeyince, Beykent üniversiteli grubu gezdiren rehberin takipçileri arasında buluverdim kendimi, Semih ise özgür ruhunu ve uykulu bünyesini dizginleyemeyip hızlı bir turun ardından An Andolous Dog'un gösterildiği salonda filmin de esin kaynağı olan rüyalar alemine kendini terk etmeye koyuldu. Beykent'e eşlik rehberden memnun kalmayınca Kübra gibi ben de tüm sergi boyunca taşıdığı çantasından sürpriz bir şeyler çıkaracağını umduğum, gereğinden fazla konuşsa da resimleri anlaşılacak kadar basitleştiren rehberin peşine takıldım. Oldukça mest edici olsa da baştaki hayal kırıklığım yüzünden olsa gerek sergiye dair şimdilik hatırladığım tek şey, Dali'nin yumurtalara, sekse, İsa ve Meryem'e ve de mimariye takıntılı olduğunu öğrenmiş olmamdan ibaret.

Özgür'le sigarasızlıktan tükenen ikili olarak, sergiyi yeterince gezdiğimizi düşünmesek de dışarı atıverdik kendimizi. Gönülsüz de olsa bir sonraki etkinliğimiz olan Reşat Nuri Güntekin'in Balıkesir Muhasebecisi'ne geç kalmamak üzere ayrıldık Sakıp Sabancı müzesinden. Müsahipzade Celal sahnesine (ismini öğrenene kadar neler çektiğimi tahmin bile edemezsiniz) yetişmek için daha iki saatimiz olmasına aldanarak birer çay içtik müzenin yan tarafındaki çay bahçesinde, tabi o zaman otobüsün trafik yüzünden Beşiktaş'a bir buçuk saatte ulaşacağından habersizdik. Tiyatroya ulaştığımızda ilk perde bitmek üzereydi, oyuna arada dahil olduysak da oyunun güzelliğinden midir tüm konuyu anlamakla kalmayıp oldukça da beğendik oyunu, iki kez uykuya dalıp uyanmış olsam da. Herkesin izlemesini tavsiye ettiğim (en azından ikinci perdesini) bu oyundan sonra rotamızı Üsküdar'dan Taksim'e çevirdik.

Yerini umduğumdan çok daha hızlı bir şekilde bulmayı başardığımız Pera Müzesi'ndeki animasyon film festivalindeki "En İyiler" seçkisine zamanında yetişmeyi başarabildik. Merdivenlerine kadar dolu salon daha baştan filmlerin iyi olduğunun göstergesiydi, siste geçen bir tanesini anlamamış, Napolyon'un anlatıldığı filmin gereksiz olduğunda fikir birliğine varmış olsak da ben en çok bir özürlü tarafından hazırlanan seçkinin ilk filmini beğendim en çok. Özürlü amcam 'durumuzun anlaşılması için ne durumda olduğumuzu diğer insanlara göstermek istedim' minvalinde bir şeyler söyledikten sonra çizgi karekterinin kavuştuğu hareket özgürlüğü bana kendimi yarım, eksik hissettirdi, sanırım onun amacı da buydu.

Film bitiminde Özgür'le Semih'in günü batak oynayarak bitirmeyeceğini umut ederek beni bekleyen Zırd'ı yemek üzere gruptan ayrılıp Güneşli'nin yolunu tuttum.

Kasım 30, 2008

Sevgili Günlük



Önceki gece Coen'lerin en az oyuncularının aksanları kadar güzel filmi O Brother Where Art Thou'nun başında kendini uykuya teslim eden bünyem son bir kaç gündür ondan çaldığım vakitlerin acısını çıkarırcasına ancak 14 saatlik uykudan sonra kendine gelebildi. Kabuğuna çekilmiş arkadaşım Kaan'dan mesaj gelmesi ve kendimi dışarıya atma gerekliliğini hissedişim aynı anda vuku bulunca, tıpkı benim gibi "hayır" deme özürlüsü Kaan'ı da peşimden sürükleyerek Taksim'e doğru yollandım. Taksim'de Kaan'ı da peşimden sürükleyerek bir kaç pasaj dolaşıp geçenlerde internette denk geldiğim kadar güzel olmasa da bir kaleydoskop (çiçek dürbünü) aramaya koyuldum, pasajlarda olmasa da Galatasaray Lisesi'nin karşısında birbirinden geveze iki kadının işlettiği bir oyuncakçıda bulabildik. Üç ayna ve biraz boncuktan ibaret bu oyuncağa ederinden fazla para verdikten sonra Çukurcuma'nın yollarını aşındırmaya koyulduk. Niyetim Masumiyet Müzesi'nin olduğu binayı bulmaktı, ama güvenmemem gerektiğini öğrendiğim fotoğrafik hafızam(?) bize engel oldu. Çukurcuma sokaklarında bir kaç entel tip görünce doğru yolda olduğumuza inansak da bir iki çıkmaz sokağa dalıp gerisin geri dönmek zorunda kalınca tekrar korkunç yokuşu tırmanarak İstiklal'e geri döndük. Görki ile Nur da bize katıldıktan sonra tekrar bizi Çukurcuma'dan geçmek zorunda bırakacak yolu takip ederek birazdan başlayacak Fenerbahçe-Beşiktaş maçını izlemek için Tophane'ye geçtik. Şaşılacak derecede Beşiktaş taraftarı yoğunluğunun bulunduğu kafede Fenerbahçe'nin bizi yanıltmayarak 2-1 yenerek kazandığı maçı izledikten sonra 'satış koyarak' bu kez değişiklik yaparak Beşiktaş'ta her zaman takıldıkları iki kafenin yanındaki kafeyi mesken edinmiş İTÜ-Kaf tayfasına katıldım. Her zaman enerjik, her zaman gülecek bir şeyler bir şeyler bulabilen bu eğlenceli arkadaşlarla birbirinden keyifli 4 saat geçirip zorlu bir yolculuğun sonunda yurda dönebildim, Coen'lerin filmini baştan alarak bitirdim, başındaki alıntıyı çok beğenip yukarıya yerleştirdikten sonra bu satırları yazıverdim. Yarınki macera için uyku depolamak için kısa kesip kendimi uykunun kollarına bırakıyorum...

Another day, another adventure!..

Kasım 28, 2008

Jack Bauer aka. The Postmodern Superman



Kimi zaman içimden taşıp yeri göğü doldurmaya yetecek 'aksiyon izleme' ihtiyacımın biricik ilacı geri döndü. Hayalkırıklığına uğratmadan aralıksız yayınlarlar umarım... İlk silahlar patlatığında, dedemin kahpe Bizans kralına Malkoçoğlu kılıcını her saplayışında attığı nidalar gibi bir "heyyt bree!.." koyuverdim bilinçsizce. Bu sezon ne yapacaklarına dair bir şey öğrenemedik ama Jack'in kadrini kıymetini bilecek nice ülke varken ellerinde kelepçelerle nankör Amerika'ya neden dönmek zorunda kaldığını öğrendik, arada da boş durmamış abimiz yeni hareketler kapmış. Bugüne kadar Jack'in yapabileceği neleri görmedik ki: Uçak kazasından sağlam çıktığına mı şahit olmadık, kilit altındayken olsun CTU'sundan FBI'yına, CIA'inden Secret Service'ine kadar Amerika'nın yarısı peşindeyken olsun alçak teröristleri alt etmekle kalmayıp, bir şehrin yarısının biyolojik silah neticesinde ölmesini engellemekle de yetinmeyip bir de üstüne Mr. President'in de hayatını kurtardığını mı görmedik, mecbur kalınca ölse bile konuşmayacak kişileri üç dakikada nasıl bülbüle çevirdiğini mi, ne kadar gaddar olabileceğini mi, doğru bildiğini yapmak için işin ucunu Mr. President'i koltuğundan etmeye kadar götürebileceğini mi görmedik, tek başına ordu gibi kalabalık kırk yıllık teröristleri alt ettiğini mi, ailesine bile işkence etmekten çekinmeyeceğini mi görmedik? Lakin en son yayınlanan 24 Redemption bölümünde iki eli de bağlıyken tepeden tırnağa silahlı bir militanı sadece sağ bacağını kullanarak öldürüşüyle her geçen gün kendine bir şeyler kattığını kanıtladı, bunu bir kez de uçakta iken yapmıştı ama o zaman iki bacağını birden kullanmıştı ve bu seferki gibi çarmıha gerilmiş pozisyondan ziyade kelepçeli ve hareket alanı geniş bir durumdaydı. Fakat, daha ilk sezondaki 'komşumuzun kızı' Kim'i öldürdüğünü iddia eden sırp alçaklara kamikazesindeki performansının üstüne uzun müddet çıkabileceğini düşünmemekteyim.

Adamımsın Jack, yürü beee!..


Bir de meraklısına şöyle bir sitenin de olduğunu söylemeden geçmeyelim...

Kasım 27, 2008

Gereksiz bilgi

Şu kısacık hayatımda iki buçuk milyon adetten fazla eldiven yakaladım ve bir o kadar da fırlattım. Bu sayı dört milyona ulaşmadan bu işi bırakmayı düşünüyorum...

Kasım 26, 2008

Let me tell you the sad story of a young fella


"Beterin beteri vardır" düsturunca akıllarda bulundurulması gerektiğini düşündüğüm ve bu nedenle kayıt altına alınmasının gerekli olduğuna inandığım gerçek bir hikayeyi anlatayım sizlere.


Günlerden bir gün bu gazlı, aşklı, şevkli ve bir o kadar da sazan bu arkadaşımız itfaiye haftasının kutlandığı gün okula gitme gafletinde bulunur. Daha ilkokul birinci sınıftadır, öğretmeninin gözdesi, sınıfının parlayan yıldızıdır. İtfaiye haftasının pazartesisine denk gelen o gün, her önemli(!) gün ve haftalarda yapılan, sabah tüm okulun önünde genelde 4 ve 5. sınıflar tarafından gerçekleştirilen alışageldik günün anlam ve önemine dair konuşmaların yapıldığı törenlerden biri yapılmaktadır. O zamanlar teknoloji Mehmet Akif Ersoy İlkokulu'nu teğet geçtiğinden hoparlör imkanına kavuşamamıştır okulumuz; ki hikayemiz, okul etrafındaki sakinler ve eşrafın birazdan kopacak şamata ve cümbüşü kaçırmaları açısından biraz da üzücü bir hikayedir. İtfaiye haftasıyla ilgili tören yapıldığını farkeden Nilgün öğretmen, kendi sınıfı olan 1. sınıf öğrencilerinin yanına giderek geçen haftalarda öğrettiği şimdi bile devamını hatırlayamadığım ve google'ın bile yardım edemediği "İtfaiye geliyor dan dan dan/ Çekilin yoldan dan dan dan..." şeklinde devam eden şarkıyı kimlerin hala hatırladığını sorar. Bu soruya sözkonusu sazanımızdan daha hızlı yanıt verebilecek bir kişi daha yoktur yeryüzünde, öğretmeninin gözüne girme aşkıyla şarkıyı ezbere bildiğini ve evet isterse merdivenlerden yukarı çıkarak söyleyebileceğini belirtir. Her şey çok hızlı gelişir, sazanımız yukarı yollanır, ismi anons edilir, şarkıyı söylemek üzere tüm okulun karşısına çıkar ve şarkısına başlar:

"İtfaiye geliyor dan dan dan
Çekilin yoldan dan dan dan...
...
İtfaiye geliyor dan dan dan
Çekilin yoldan dan dan dan...
dan dan dan...
dan dan...
daaaaan..."

Devamını getiremez bir türlü ve çıktığı kadar hızlı bir şekilde iner merdivenlerden...


O gün orda itfaiyecelerini aptal şarkısını söyleyememektense tüm okulun önünde dönemin popüler şarkısı Yonca Evcimik'ten "Bandıra bandıra ye beni!"yi söylemeye çıkmış olsam daha az utanırdım sanırım.

Alnımdaki İkinci Hatıranın Yaptırdıklarına Bak

Çok değil, bir zaman önce 'blog tutmak'tan vazgeçişimin sebebi hiç bir pratik faydasını göremememdi, "bıraktım bu işleri" derken de içten içe öyle olmadığının, bunun sadece bir ara vermekten ibaret olduğunun tabi ki de farkındaydım. Ama bir şeylerin beni yazmaya bu kadar çabuk iteceğeni tahmin edemezdim, istemezdim de. Hiç itmese en iyisiydi ama... Herneyse verilmiş sözlerini tutmayan biri olarak saman altından yazmakla idare edeceğim bir zaman, kimse okumasın ben yazmış olayım... Pratik faydasını görmesem de yazmak zorunlulukmuş benim için, nefes almak gibi, sigara içmek gibi...

Sigara demişken son bir kaç gündür o kadar çok içiyorum ki, neredeyse iki paket... SSD vakfı gönüllüsü çevrem gibi olanlarınız için gündelik bilgi olsun; bir pakette genelde 20 sigara olur. Günde 40 sigara beni bile korkutmuyor değil. Uyku delisi bir insan olmamdan sebep günde en az 8 saat uyurum; bu, kimi zaman erkenden sızmak, kimi zaman da ders kaçırmak manasına gelse de... Geriye kalan 16 saatte ortalama 6 dersim var günde. Oksijen solumamak için uygun vakitlerimse 16*60-6*50=660 dakika ediyor. Bir sigarayı 6 dakikada içtiğime göre fırsatını bulduğum 660 dakikanın 240 dakikasını sigarayla geçirdiğim anlamına geliyor. Bilinçli ve isteklice (inanın nefes almamayı tercih ederim dersin yerine) aldığım üç nefesin birinin karbonmonoksit dolu olduğu anlamına geliyor bu. Şikayetçi miyim, sigaradan mı? Asla! İçmek zorunda hissetmemden şikayetçiyim ama. Nasıl ki şu an, gecenin bir yarısı, ne kadar uğraşsam da ayık kafayla uyuyamayacağımı, buraya bir şeyler yazmazsam rahat edemeyeceğimi biliyorsam, şu anki psikolojimle klavyede dolaşan sol elimde bir sigara olmazsa kendimi çok daha kötü hissedeceğimi, kendimden, geçmişimden, dünyadan daha çok nefret edeceğimi biliyorum.

Daldan dala atlar gibi olacak ama alnımdaki ikinci dikine çizgiden bahsetmek zorunda hissediyorum kendimi başlıktan dolayı. İlk çizgiyi 2006 başından 2007'nin ortalarına kadar asabi bir şekilde somurturken kazandım. Esasında yaptığım şey tam olarak somurtmaktan ziyade, kızgın bakışlar fırlatmaktı sağa sola, kimseye değil kendime kızdığımdan. Bu ilk çizginin asıl sebebi olan "sinir"den olsa gerek sol kaşımın başladığı yerden yukarı doğru sert ve oldukça düzgün bir şekilde çıkmakta, önceleri sadece suratımı astığım zamanlar belirginleştiğini düşündüysem de işin aslı öyle değil maalesef, ne kadar çiçekler saçsam da etrafa bu düz ve dik çizgi kendini saklamayı kesinlikle kabul etmiyor. Artık o benle ben de onunla yaşamaya alıştık, birbirimizi kabullendik. İkinci çizgiyse ilkine göre çok daha yeni olmakla birlikte sağ kaşımın üzerinde eğri büğrü bir şekilde yukarıya doğru yükseldiğini hissettirmekte bu günlerde. Onun da sebebi son günlerde surat asışım, eğriliğinin sebebini ise asabilikten ziyade derin üzüntüye bağlıyorum ben. İlk çizginin hayatıma etkisi açık bir şekilde içe kapanma, kızgınlık, ve suskunluk iken ikinci çizgi ise üzüntünün yanı sıra ani ruh hali değişiklikleri olarak girdi hayatıma. Hayatımın alnımdaki tek çizgiyle yetindiğim ve buna sebep ruh haliyle geçirdiğim kısmı insan ilişkileri olarak tam bir fiyaskodan ibaretti; söz konusu bir buçuk yıllık dönemde yeni bir okula başladığım ve yeni bir şehire taşındığım da göz önünde bulundurulursa 'merhaba-merhaba' dan öte arkadaşlık kurduğum kişi sayısının sadece üç oluşu durumun ne kadar içler acısı ve vahim olduğunu sizlere de gösterecektir sanırım. Sıfır kilometre ikinci çizgim ise ilk çizginin sebep olduğu içe kapanıklık ve suskunluğunun tam tersine çene düşüklüğü ve ruh halindeki ani değişiklikler olarak girdi hayatıma. Asık suratım ve ciğerlerimdeki ince sızıyla kendi halimde dururken birden saçma sapan şeyler konuşmaya, gereksiz espiriler yapıp kendimi ve karşımdaki gülmek zorunda bırakırken (komikliğinden değil) buluyorum kendimi. İlk acı hatıram ve hayatıma etkilerini bir daha yaşamaktan kaçmama bağlayabiliriz bunu, asık suratım ve kendimle meşgulken kafamı dağıtmak, meşgul olacak bir şeyler bulmak zorunda hissediyorum kendimi. Beni nasıl değiştirecek, nasıl etkileyecek hep birlikte göreceğiz, daha taptaze iken klavyenin başına oturtmayı başardı bile beni...

Bu iki kırışığın ortak özelliğiyse beni vurdumduymaz yapması, ilkinden sonra umursamaz tavrımın yanısıra kötü olmakta beis görmüyordum, bu günlerdeyse her deliliği, çılgınlığı yapmakta özgür hissediyorum kendimi... Bir kaç gün öncesine kadarki hareketlerim ve bu psikolojiyi aşana kadarki tavır, davranış ve tutumlarım bir system failure dan kaynaklanmaktadır, hoş görünüz...