Ocak 28, 2009

Film Bekliyoruz Dört Gözle


Evet efendim, film beklemekten hazzettiğimden bahsetmiştim önceden, şimdi neleri bekliyorum peki?

Inglourious Basterds (21 Ağustos 2009)
Tarantino'nun son filmi, Brad Pitt'le güzeller güzeli Diane Kruger var başrollerde, Tarantino'nun has adamı S.L. Jackson da oyuncu kadrosunda tabi. II. Dünya Savaşı yıllarında Nazi işgali altındaki Fransa'da Nazi'lere korku salmakla görevli bir grup Amerikan-Yahudi askeri (The Basterds) vahşice işgalcileri öldürmektedirler. Sinema işleten Yahudi-Fransız bir kızı öldürmeleriyle işler sarpa saracaktır... Buradan Tarantino'ya ne kadar az kan görürsek o kadar memnun ayrılacağımızı hatırlatmak istiyorum.

The Time Traveller's Wife (2009)
Bir kütüphaneciyi oynayan Eric Bana'nın rol aldığı film çok satan aynı isimli meşhur kitaptan uyarlama. Filmin ismi yeterince bilgi veriyor olsa da, zamanda ileri gidip gelen Bana'nın karısı ilişkilerini anlatan romantik bir film olduğunu da hatırlatmak gerek.

Crank 2: High Voltage (17 Nisan 2009)
Jason Statham'ın aralıksız nefes kesen aksiyon filmi Crank'in devam filmi. İkinci filmde de yönetmen koltukları ve başrolü korumayı başarabilmişler. Katıksız ve aralıksız bir aksiyonun bizleri beklediğinden şimdiden eminim.

X-Men Origins: Wolverine (1 Mayıs 2009)
Doğum günümde gösterime girecek olan serinin 4. filminde ise önceki filmlerdeki karakter bolluğundan kaynaklanan bölük pörçüklük handikapından kurtulacaklarını umuyorum. Fragmanından gördüğüm kadarıyla çıtayı oldukça yükseltmişler. Favori karakterim Gambit'in de önemli bir rol üstlenmesini umudediyorum.

Alice in Wonderland (5 Mart 2010)
Tim Burton + Johnny Depp: Başka bir şey söylemeye gerek var mı? Umarım Tim Burton hikayeye sadık kalır. Tim Burton'ın araya bir de 9 isminde bir animasyon sıkıştıracağını hatırlatmakta fayda var.

The Lady From Shangai (2010)
Wong Kar Wai yeni bir In the Mood for Love ile dönecek gibi.

Terminator: Salvation (5 Haziran 2009)
Nihayet Skynet nükleer bombalarla dünyayı yok ettikten sonra neler olup bitmiş öğrenebileceğiz.

Public Enemies (10 Temmuz 2009)
Yine Michael Mann yine gangster filmi ama bu kez Johnny Depp ile Christian Bale var, 1930'larda geçiyor.

Sin City 2 ve 3, Richard Kelly'nin yeni filmi The Box, en sevdiğim çizgi serinin filmi Dragonball Evolution, Sandra'cığımın yeni romantik komedisi The Proposal'ı da beklemekteyiz tabi. En yakın tarihli ise Underworld: Rise of Lycans'ı beklemekteyim, Amerika'da girdi bile gösterime, ne zaman Türkiye'de olacağı ise belli değil hala.

Ocak 26, 2009

FW: T.C. MERKEZ BANKASI'ndan bir uyarı‏

FW: T.C. MERKEZ BANKASI'ndan bir uyarı‏
.
T.C. MERKEZ BANKASI'ndan bir uyarı..Dağarcığınızda bulunsun...

Eğer bir gün ATM makinelerinden bir soyguncu tarafından para çekmeye
zorlanırsanız
PIN kodunuzu ters girmeniz halinde (Örn. 1234 yerine 4321.. gibi) . Makine
parayı veriyor ancak bu arada polis de çağırıyor.
Bu konuyu çok nadir kişinin bildiği için, mümkün olduğunca çok kişiye
bildirelim.
T.C. MERKEZ BANKASI........... BİLGİNİZE...


Re: FW: T.C. MERKEZ BANKASI'ndan bir uyarı‏
Zuhahaha benim pin kodum 6666.
Ben de her para çektiğimde neden polisler dolanıyor ortalıkta diyorum... :))

Re: Re: FW: T.C. MERKEZ BANKASI'ndan bir uyarı‏
uyuzsun sen uyuz uyuz uyuzzzzzzzzzzzzzzz




Bana forward mail gelmiyor diyen yalan söylüyordur. Bana da geliyor ama; ben ağzımı tutamadığımdan arkası pek gelmiyor maalesef. Şimdi, bu forwardçı taifenin motivasyonu benim gözlemlediğim kadarıyla bir şekilde irtibatı koruma (keep in touch) hissiyatından müteşekkil. Bense her ikimiz de eski günleri anma modunda değilsek konuşacak bir şeyimin kalmadığı eski bir arkadaşımı görünce üzülüyorum sadece. Yoksa bende mi 8-10 yıl önceki olimpiyat seçmelerine dair bir gazetenin yaptığı gereksiz anketi sanki en tepede olursa direk İstanbul'u olimpiyat şehri yapacaklarmış gibi lansettirip arkadaşlarıma yollasam, onlar dalga geçse benle, sineye çeksem ve böylece iki kelam etmiş olsak, ha?..

Google Reader

Efendim Google'ın şöyle müthiş bir aparatı var. Hazır bu aparatla tanışmışken şuraya da tıklayıverin. ;)

Ocak 21, 2009

CyberAdige Proudly Presents...

Hayır efendim, kurşunum bitmedi; sadece şarjörüm bitti. Doldurdum ve karşınızdayım. İki haftadır finallerim yüzünden İstanbul'a gelen dedem ve anneannemi görmeye gidememiştim bir türlü. Bugün sabahtan dikildim karşılarına. Anneannemin ordan elim boş dönmeme gönlü razı olmadı herhalde ki üç leziz öğünün yanında her zamanki formuyla iki şahaneyle hikayeyle yolcu etti beni.

Sabah saatlerinde kız torunları telefon açtı, uzun uzun konuştular, cimcime olan ufaklık da bana özellikle selam söylemiş. Bahsettiğimiz ufaklığa şu Taksim'in altını üstüne getirip bulduğum kaleydoskopu hediye etmiştim son ziyaretimde, onun da artık ne kadar hoşuna gittiyse bir dakika ayrılmamıştı yanımdan. Bunu anneanneme anlatınca o da başladı anlatmaya:

Çavuş dayım anlatırdı bunu, çok da güzel anlatırdı kendisi ballandıra ballandıra. Zamanında sizin köyde, Fındık'ta, Alisa Hoca isminde bir imam vardı. (ki kendisi sonradan Soğucak'ta alkollüyken vefat ettiği için cenaze namazı dahi kılınmadan köyün mezarına defnedilmiş hemen ve iki karısı varmış, çocukları da şunlar şunlarmış...) Çavuş dayım Alisa Hoca'yı ziyaret eder bir gün, yanında da kocaman bir karpuz götürür, tabi o zamanlar köyde bir şey bulmak mesele. Neyse, hoca karşılar dayımı, otururlar, muhabbet ederler, sonra kızları karpuzu keser, getirir. Hoca karpuzun nerden geldiğini sorunca, kızı, karpuzu Çavuş dayımın getirdiğini söyler. Alisa hoca da bunu duyunca ayağa kalkar ve dayıma der ki "O seni karşılayışım hiç olmadı, gel bir sarılayım sana..." Sana yollanan selam da o çeşit bir selam heralde.

Bir kaç saat sonra dayımın antika kombisi kendiliğinden kapanınca düzeltmek için uğraşmaya başladım. Ne yaptımsa tekrar yanmıyordu, ta ki dedem içerden laf atana kadar: "Bozdunuz oğlumun kombisini, yenisini alın bakalım." Anneannem mi? Başladı tabi ki anlatmaya:

Zamanında çok mıhrız (cimri) bir adam ve arkadaşı varmış. Bir gün seyahat ederlerken bir kuyuya rastlamışlar, su içmeye çalışırken mıhrız olan kuyuya düşmüş. Arkadaşı "Ver elini." dediyse de bir türlü elini uzatmamış. Sabaha kadar "Ver elini." dediyse de mıhrız olan kesinlikle uzatmamış elini. Sabaha karşı arkadaşı artık dalgınlıkla "Tut elimi." deyince hemen elini tutup çıkmış ve demiş ki: "Bugüne kadar kimseye bir şey vermedim, hep aldım." Sen de onun gibi, yeni kombi lafını duyunca hemen çalıştırıverdin.

Ocak 19, 2009

YokUM!!!


Üç aydan fazla oldu heralde Var mısın Yok musun yarışmasının mülakatı için Ferahevler'de dönüp dolaşıp duralı. Tabi ki başvurmadım yarışmaya, bunu aklından dahi geçirenlerinizi kınıyorum burdan. Onbeş dakikalık şöhreti bir iki kere yaşamış ve bundan hiç de hazzetmemiş birinden bahsediyoruz, lütfen. Tıpkı şu an benim olduğum gibi o ara meşgalesizlikten canı sıkılan kuzenimi götürdük ve oldukça değişik bir deneyim olduğunu belirtmem gerekiyor. Bir kere mülakat saati çok enteresandı: gece 10! Mülakat için zar zor bulduğumuz spor salonundaysa neredeyse 100 kişiye varan bir kuyrukla karşılaştık, hala şansı olabileceği ihtimalini düşünen kuzenim sıradaki yerini aldı gözünü karartıp. Sırada bekleyenler için şunu söyleyebilirim: İstanbul'da ne kadar kaşar varsa hepsi oradaydı efendim. Kaşar yoğunluğuyla gözü parlayanlarınıza tekrar hatırlatayım mülakatlar gece 10'da başlıyordu ve bundan ötürü her takmış takıştırmış kızımızın yanında ya kardeşi, babası ya da sevgilisi vardı. Bir de, o kadar kaşara rağmen mülakata girecekleri yönlendiren kızın güzelliğini not düşmezsem buraya, çatlarım. Televizyon izleme alışkanlığı ayda bir iki kez ziyaret ettiğim halamların salonundaki muhabbete her daim eşlik etmekle yükümlü televizyona bilinçsiz bakışlar atmaktan ibaret olan ben dahi biliyordum ki yarışmaya girebilmek şu iki özellikten birini taşıyor olmalısınız: Çok güzel (sevimli) olmak ve anlatacak bir hikayenizin olması. İşi mülakatta ağlamayı düşünmeye kadar götüren kuzenime taktik vermeyi de ihmal etmiyordum: "sürekli gül, sevecen konuş, utangaç görün, ha bir de çerkes olduğunu belirtmeyi unutma!" Ne mi oldu tabi ki seçilemedi.

Hayatını Acun'dan gelecek parayla değiştirmeyi düşünenlerinize mülakatın nasıl işlediğini anlatayım biraz da o zaman. Erken gidin, kuyruk oluyor. Mülakata çağırılanların %90'ı kız. Mülakata çağrılmış kişilerin içinde 'hikayesi olan tipleri' hemen ayırdedebiliyorsunuz, o kadar moda girmişler ki. Mülakata girdikten sonra yakınlarınızla birlikte seyirci olmak zorunda bırakılıyorsunuz, gece 12'de başlayacak program yüzünden sabaha kadar oturma riskini göze almalısınız. Biz geç gittiğimizden mülakat geç bittiği ve yarışma başlamış olduğu için seyirci olma yükümlülüğünden yırttık, mülakata girmiş olmak için girenleriniz bu yolu seçebilir. Mülakata üçer üçer alınıyorsunuz, bunlar da önünüzdeki ve arkanızdaki ikişer kişinin kombinasyonlarından oluşmak zorunda illa ki, uzun uzun kuyrukta beklerken tanışıp taktik geliştirerek mülakat odasına bir adım önde girebilirsiniz. Mülakat odasında bulunmadığım için oraya dair taktik veremiyorum ama kimseyi sıkıştırmıyorlar rahat bir şekilde girmeniz faydanıza olacaktır. Ha bir de şunu söyleyeyim Acun'u falan göremiyorsunuz, mülakatı o yapmıyor. Bizim gördüğümüz en meşhur kişi (ki bende hiç bir çağrışım oluşturmadı) pembe gömlek giyen yarışmacılardan biriydi.




PS: Bu kadar pop culture bana fazla geldi, entel kimliğime geri dönüyorum...

Ocak 16, 2009

Aptal Kovboy

Ben bu Nil'in Nil Dünyası albümünü, kasedi evire çevire belki de on yüz bin milyon kez dinlemişimdir. "Madonna Olcakmış"dan sonraki sessizliğin sonunda bir hidden track olduğunu daha önce duymuştum ama unutuvermişim demek, pil düşmanı eski walkmanimden maksimum verimi almak için fast forward tuşunun kurbanı olmuş meğer bunca yıl. Şimdi yazacaklarımı naif bulacak olanlarınıza önce bir "Ça!" bir de "Ka!" demek istiyorum, peşi sıra da "Hey bebek, sen evinde çatalı kaşığı olmamak ne demek biliyor musun ha?" diye sormak istiyorum. Şarkının en güzel tarafı (bence) sarhoş olarak söylemesi sanırım, ya da bu izlenimi iyi vermesi diyelim; bir de üzerine cimcime saçlarla klip çekse sabah akşam oturur izlerdim heralde. Bilkent'teki konserini dinlerken de tek düşündüğüm biblosunu yapsalar düşünmeden alacağımdı. Aptal bir kovboydan bahseden şarkının dublaj film tadı vermesi de ayrı bir güzellik tabi. Hazır lafı açılmışken Pelin şarkısındaki Pelin'in Pelin Batu olduğuna dair ciddi şüphelerim var, asıl merak ettiğimse Pelin'in de bir Pelin'i var mı acaba? Nasıl diyorlardı sözlükte, hah, sözlerini de yazayım tam olsun:

hadi gel bebeğim şöyle çölde bi turlayalım
şurda bir bar var orda arkadaşlarım var hahahahaaa!
bi dakka dur dur dur dur... tamam en baştan, bir iki üç

hey bebeğim
hadi gel şöyle çölde bi turlayalım
şu barda arkadaşlarım var onlara uğrayalım
hem bi şeyler içeriz hem iki laflarız
çok tatlı çocuklardır
uzun zamandır tanırız birbirimizi

ben aptal bir kovboyum ama sana aşığım
evimde yok ça! talım
evimde yok ka! şığım
ben aptal bir kovboyum ama sana aşığım
evimde yok ça! talım
evimde yok ka! şığım

hey bebek
sen evinde çatalı kaşığı olmamak ne demek biliyor musun ha?
fakir bir hayatım var
seninle çölde turlamak kadar bara gitmek kadar
daha güzel bir şey yok bebeğim
hadi gel biraz daha turlayalım

ben aptal bir kovboyum ama sana aşığım
evimde yok ça! talım
evimde yok ka! şığım
ben aptal bir kovboyum ama sana aşığım
evimde yok ça! talım
evimde yok ka! şığım


PS: Şahane de bir web sitesi var artık kendisinin...

Ocak 15, 2009

Dream Theatre

Hemen hemen hepiniz biliyorsunuzdur Hz. Yusuf'un yorumladığı rüyayı, hani anlatılagelen menkıbede hükümdarın gördüğü rüyayı. Ben yine de kısaca hatırlatayım: Hükümdar rüyasında yedi besili ineği yiyen yedi cılız inek bir de yedi yeşil başakla yedi sararmış başak görür. Zindandan getirdikleri Hz. Yusuf da bunu yedi sene bolluğun ardından gelecek olan yedi senelik kuraklığa işaret ettiğine yorumlar ve dediği gibi de çıkar. Şimdi, hikayedeki hükümdar böyle mantıklı rüyalar görürken ben neden böyle saçma rüyalar görüyorum acaba? Son gördüğüm rüyayı kimseye anlatacak kadar kafayı yemediğime göre ondan bir önceki gece gördüğüm Lynch filmlerini aratmayacak, tamamını rüyamdaki kişilere anlatmaktan dahi çekindiğim rüyayı gündüz niyetine diyerek anlatayım o zaman.

Şimdiii, bir uçaktayım efendim, hatta uçak da değil bildiğin jet. Venezüella'ya gizli bir görev için gidiyorum; o kadar gizli ki takım elbise falan giymişim, hatta o kadar gizli ki ben bile bilmiyorum ne için gittiğimi, bir bond çantam var içi evrak dolu falan. Neyse biz Trakya'nın üzerindeyken tüm ambiyansa o kadar aykırı olan antika cep telefonum çalıyor, çok önemli bir insan olduğumdan direk açıyorum tabi telefonu ama bir türlü anlaşamıyoruz, ses gitmiyor. Ben konuşmaya çabalarken uçak türbülansa giriyor ve hostes geliyor hemen, "böyle böyle... telefonu kapatmanız gerekiyor" diyor, bense artık kimle görüşmeye çalışıyorsam görüşmenin çok önemli olduğunu söylüyorum, hostes gidip pilotla konuştuktan sonra bu önemli görüşmeyi yapabilmem için rotamızı tekrar İstanbul'a çevirdiğimizi söylüyor. Süper jetimiz ile dönüş yolumuzda nedendir bilmem Galata köprüsünün altından geçiyoruz, ben "aha çakıldık!" derken kanatları katlanıyor jetin falan. Sağ salim havaalanına indiğimizde silahımı, çantamı falan birilerine teslim ederken yan tarafta aynı işleri yapan Semih'i görüyorum. Takım elbise onda da en az bendeki kadar eğreti durmuş. Meğer o da benle aynı uçaktaymış, artık benim alternatifim miydi, yoksa üstüm mü bilemiyorum ama yanına giderkenki sırıtışından yola çıkmamızın sebebini bildiğini anlıyorum. Yanına gidip operasyonun ne olduğunu soruyorum, tam anlatmaya başlayacakken aprona bir uçağa yerleşecek turistleri taşıyan otobüs yanaşıyor. Otobüsün içinden de Senem çıkıyor, bizi gördüğünde hemen selam verip yanımıza yanaşınca Semih de lafı değiştiriyor, görevimin ne olduğunu öğrenemeden uyanıyorum sonra.



edit: Freud abimden şunu okudum az önce: "Sometimes a pipe is just a pipe." Çok karıştırmamak lazımmış demek ki...

Confessions of an Unstable Mind


Neredeyse 20 yaşıma kadar ben de normal bir insan evladıydım. Şimdilerde gözümün önüne bir 'normal insan evladı' getirmeye kalkışınca çayırlarda hoplayıp zıplayan ve çok eğlenen bir tipin canlanması normal kalamadığımı vurgulamaya yeterli olacaktır sanırım. Tam da hayatımın dönüm noktası olan bu yıllarında açık açık yazmayı keşfettim. Yarın bir gün, birileri "Bir Onur vardı, ne kadar kıl bir çocuktu..." şeklinde beni hatırladığında arkamda bir iki ispat bırakıyor olmaktı belki de beni cezbeden. Yazma girişimlerine kalkışışım ile devrik cümle yapısıyla aramızda bir elektriklenme olması arasında geçen süre toryumun yarı ömründen bile kısaydı. Böylece oluyor muydu yazdıklarım kötü birer şiir?

Böylece
oluyor muydu
yazdıklarım
kötü birer şiir?

Çok geçmeden yarım kalsın kalmasın cümlelerimi üç nokta ile bitirip artistik bir hava katma merakına kapıldım.

Böylece
oluyor muydu...
yazdıklarım
kötü birer şiir?

Ne zaman ben noktalı virgüle hayran oldum, virgül peşimi bırakmaz oldu bilemiyorum. İmla işaretleri öylesine sarmıştı ki dört bir yanımı kurtulamıyordum.

İmla işaretlerim;
virgüllerim, noktalı virgüllerim,
üç noktalarım...
sayesinde,
oluyor muydu...
yazdıklarım,
kötü birer şiir?

Çok sonraları ironiyi keşfettim ben, yapmaya kalkıştıkça olmadı, ben denedikçe o bana yüz vermedi, yapamadıkça ben üzüldüm.

İmla işaretlerim;
virgüllerim, noktalı virgüllerim,
üç noktalarım...
ve ah o ironi!
sayesinde,
oluyor muydu...
yazdıklarım,
güzel birer şiir?

Ocak 13, 2009

Tanrılar Kurban İstiyor!

Burger King kampanya başlatmış efendim, Facebook'tan on arkadaşını silene bedava bir whopper! Reklam burda, facebook application'ı da burda. Maalesef kampanya sadece Amerika'yla sınırlı, lakin bu hezeyana ortak olmak istiyorum, bedava whopper için satmayacağım arkadaşımın olmadığını karnımı doyuramasam bile herkese gösteririm diyorsanız hiç durmayın! Ben bunları yazarken 208110 kişi whopper sevdasına satılmış durumda bile...

Ocak 10, 2009

Kaygusuz Abdal

Bir kaç gündür karga bokunu yemeden uyanıyorum, afyonumun patlaması biraz zaman alıyor olsa da işi gücü olmayan biri için erkenden kalkmak değişik bir tecrübe...

Niye böyle başladım, çünkü uyuz oluyorum bu iki deyişe: "karga bokunu yemeden" ve "afyonu patlamak" Hayır efendim, deyişlerin kendisine değil, bunları kullanmayışıma uyuz oluyorum, ne zaman birinin ağzından bu iki ifadeden birini duysam kendimi yiyorum. Kendime not: biri karga bokunu yemeden uyanmışsa bunu dile getir, afyonu patlamayanın da bunu yüzüne vur!

Entellektüel kaygıları olan biri gibi göründüğüm zamanlar elbette olmuştur; fakat açıkça söylüyorum ki ben, bizzat, şahsen, kendim kaygusuz abdalın tekiyim. Bana zararı dokunmayan hiç bir şeyden tedirgin olmuyorum, esasında tedirgin olmayışımdan tedirgin oluyorum. Bu duyarsızlığım başıma bir gün sağlam bir çorap örecek ya, ne zaman?

Ocak 07, 2009

Hacı Abiyle Yecüc Mecüc'den Amat'a

Daha abeceyi söktüğüm zamanlardan itibaren bana düzenli olarak yıllarca kitap hediye eden bir dayım var, ben daha dünyanın ne olduğunu anlamlandırmaya çalışırken üniversitede okuyan dayım, şimdiki lakabıyla Hacı Abi her memlekete dönüşünde bir dünya kitap getirirdi bana, ben de her birini özenle okurdum. Bana kitap okuma alışkanlığı kazandırdığı için kendisinin yeri her zaman ayrıdır gözümde. Kitap hediye edilecek sevimli yaratık olmaktan çıkıştıktan çok sonra beni İhsan Oktay Anar'la tanıştırdığı için kendisine ayrı bir saygı duyarım. İhsan Oktay Anar'ı anlatmaya/övmeye değer bir insan olduğumu düşünmediğimden hayal dünyasının genişliğini yansıtan bir bölümü üşenmeden aşağıya geçirmeden önce dayımın getirdiği kitaplarla ilgili bir hikaye anlatayım size:

Sene 1995 sanırım, 10 yaşında falanım, bir iki hafta sonra gerçekleşecek olan teyzemin düğünü için Soğucak köyündeyiz, 'sapına kadar köylü' bir çocuk ile sadece kızlardan oluşan uzaktan dayı çocuklarımın grubu dışında arkadaşlık edebileceğim yaşıtım kimse yok, ne soğucaklı arkadaşın muhabbetinden hoşlanıyorum ne de her ne kadar şimdi aksini kesinlikle tercih edecek olsam da yaşımın dürtüleri sebebiyle kız grubuna dahil olmak istiyorum ve tesadüfe bakın ki dayımın bana ne tür kitaplar getirdiğinin de işareti olan büyük yazı fontuna rağmen herhangi bir Britannica cildinden eksiği bulunmayan Çocuklar İçin İslam Ansiklopedisi'ni getirmişim yanımda. Hoş sohbetine, anlattığı anılara doyamadığım İkinci Dünya Savaşı sırasında dört sene askerlik yapmış aslında annemin dedesi olan (mekanı cennet olsun) Hasbi dedemden arta kalan zamanlarda bu ansiklopediyi karıştırırdım sürekli. Kitapta da en çok ilgimi çeken konu, çocukluğun verdiği merak duygusundan olsa gerek, kıyamet alametleriydi, kıyamet alametlerinden de en çok ilgimi çeken yecüc mecüc konusu idi. Şimdi tam burada durup, dedemlerin evinin konumunu ve benim evde kitabı okuduğum yeri ve yecüc mecüc'ün ne olduğunu anlatmam gerekiyor sanırım. Şimdi efendim, dedemlerin evi köyün en batısında, yıllar önce kardeşiyle ikiye ayırdıkları kocaman evin iç tarafında, önünden Kitiz'e ve yaylara giden, köyün çobanı ve Nasreddin hocanın fıkrasındaki gibi önündeki çalılara koyunlarının yünlerini bıraktığı sürüsü dışında kimselerin pek uğramadığı bir patikanın geçtiği, arka tarafında ise en yukarısında bir su deposu yer alan çorak bir tepenin bulunduğu bir evdi, benim kitap okuduğum yer ise evin geniş salonun tepeye bakan tarafındaki macunları kalktığı için sürekli esintiyle ses yapan penceresinin kenarıydı, yani kitap okumayı adet edindiğim yerin tek manzarası bu çorak tepeydi. Yecüc ve mecüc konusuna gelirsek, bu melun yaratıklar kitapta aşağı yukarı şu şekilde tasvir edilmişti: Yüzleri yassı, gözleri küçük, kulakları çok büyük, boyları kısadır. Herbirinin bin çocuğu olur. Arkasında kaldıkları seddi her gün oyarlar; sed, gece eskisi gibi olur. Hepsi kâfirdirler. Sed arkasından çıkınca insanlara saldırırlar. İşin en ilginç yanı bu mendeburların her tepeden inerek insanlara saldıracağı defalarca tekrarlanmaktaydı, çorak tepe manzaralı okuma mekanımda, pencereden gelen her uğultuyla çocukça bir merakla bu lain yaratıklar bir gün sonumuzu getirmek üzere o tepeden aşağıya hücum ederken onlara hazırlıksız yakalanmamak ya da en azından neye benzediklerini tam olarak görmeden teslim olmamak için defalarca tepeye doğru çevirirdim gözlerimi...


İhsan Oktay Anar'ı benim anlatmama imkan yok; onu, en iyi kendisinin anlatabileceğini düşünerek Amat'tan bir alıntıyı geçiriyorum buraya, kimbilir yarın bir gün birisi de burdan görüp kendisiyle tanışma şerefine kavuşur:

***
Cebelitarık'ın gerek batısında gerekse doğusunda olsun, top taşıyan hemen hemen bütün savaş kalyonlarında top için gerekli barutu kovalarla getirmekle yükümlü bir çocuk taifesi olurdu ki, bunlara "aylakçılar" denirdi. Genellikle Konstantiniye'deki sokak çocuklarından subaşı tarafından yakalanan talihsizler, yarım akçe yevmiyeyle kalyonlara bu iş için teslim edilirdi. Ancak ücretlerinin düşüklüğü nedeniyle bunlara acımak pek akıl kârı bir iş sayılmazdı. Her şeyden önce, artık kamışlarına çoktan su yürüyen, 13-15 yaşlarındaki bu çocuklar , gemicilerin abdest bozduğu başüstünde, kâh gece yarısı kâh seher vakti sık sık istimna ederler ve böylelikle kötü talihe davetiye çıkarırlardı. Ayrıca yaşlarından dolayı, karpuzu çizdirmemek için tam bir canavar olmak zorundaydılar. Bunun için birbirlerinden ayrılmamaya dikkat ederler, hatta para denkleştirerek aldıkları kocaman bir battaniyenin altında 6-7 kişi hep birlikte yatarlardı. Fakat bu da her zaman para etmezdi. Çünkü başlarına gelmesinden korktukları şeyi bu kez birbirlerine yaptıkları da duyulmamış değildi. Kafalarını kazıtacak parayı bir türlü çıkıştıramadıkları için, gemi berberi bunların saçlarını koyun kırkma makasıyla kırpar, böylece eğri büğrü, biçimsiz kafatasları meydana çıkardı. Fakat ender de olsa, içlerinde yüzüne bakılır türden olanlar da bulunurdu. İşte bu hûb oğlanlar, ek bir ücret karşılığı reislerden birinin postası olabilir ve kalyonda, çopur, dişlek ve suratsız akranlarına nispetle daha rahat bir hayata kavuşabilirlerdi. Ancak bu rahatlık daima kıskançlığı davet eder, böyle bir çocuğa 'reisin karısı' gözüyle bakılır ve zavallı artık bu unvan ile çağırılırdı. Ne olursa olsun, kalyonda en muteber iş, bir yolunu bulup gemi mutfağına kapağı atarak aşçının yardımcısı olabilmekti. Çünkü yangın tehlikesine karşı tuğlayla örülmüş gemi mutfağında soğan soyan, satırla et parçalayan, çorbanın dibi tutmasın diye kepçeyle kazanı karıştıran çocuklar daima şişman olurlardı. Bu şerefli görevlere lâyık görülmeyen bahtsızlar ise gün boyunca, güverteye kum döküp ellerinde raspa taşlarıyla tahtaları ovarlar, baş kasarayı ve ambarları süpürürler, yahut halatları roda ederlerdi...
...


Ucundan Yakalamak



Sokaklarda son kez bilya (böyle telaffuz edilirdi bizim orda) arabalara binenler bizdik sanırım. İlk ve son kez bilya arabaya binip de sağ pazumun iç tarafında beş santimden irice bir yaraya sahip olmadan çok önceleri üç tekerlekli bir bisikletim vardı zaten benim, ki kendisi benden 19 yaş büyük dayımın binmeye kalkışışıyla bir yetişkinin ellerinde can vermiştir sonradan. Şimdilerde çok daha özenilmiş, teknolojik versiyonlarıyla sokaklarda yarış yapmayı adet edinmiş insanların bulunduğu bu aletlere biz 15-20 sene önceleri binerdik. Bilya arabalar gibi sonuna yetiştiğimiz şeylerden biri de devemelerdi, sonraları birbirinin tepesine atarak kırmaya kalkışmaya varacak kadar vahşilecek bu oyuncağı da uzun zamandır göremiyorum. Zamanın oyuncak bulmakta zorluk çeken ama bir o kadar da yaratıcı çocuklarının gazoz kapaklarından icat ettiği oyunlar da sokaklardan silineli çok oluyor sanırım. Ne kadar az bulunur olduğuna göre kıymetlenen gazoz kapaklarınından oluşan bu oyunu sokaklardan silen şey, ilk dağıtılışı bizim ilkokul çağımıza denk gelen tasolardı sanırım. Bilyelerle (gülle denirdi bizim orda) oynanan oyunu daha sivilceleri bile çıkmamış çocukların elinde kumara döndüğünü gördüm geçenlerde. İçinden piyasanın en kalitesiz sakızı çıkan futbolcu kartlarını biriktiren ve bunlarla oynayan çocuklar hala sokaklarımızda geziniyor ama onlara üç vitesli ya da alman frenli bisikletlerin insana ne kadar fiyaka kattığını anlatmaya kalkışsam gülerler heralde sadece, pinokyonun ne olduğunu bile anlayabileceklerini sanmıyorum.

Ocak 06, 2009

The Curious Case of Benjamin Button

-What's it like, growing younger?
-Can't really say. I'm always looking out of my own eyes.

-Will you still love me when my skin grows old and saggy?

-Will you still love me when I have acne? When I wet the bed? When I'm afraid of what's under the stairs?
-What?
-What are you thinking?
-I was thinking how nothing lasts.



Film beklemeyi özlemişim yıllardır, isminin naif çağrışımlarından olabilir David Fincher'ın son filmini bir Yüzüklerin Efendisi'ni bekleyişim gibi beklemedim açıkçası, ama Fincher'la Pitt'i tekrar bir araya getiren bu filmi bekleyebilirmişim de. David'ciğim yanıltmadı bizi ve (Zodiac'ı saymazsak) gayet güzel bir filmle döndü uzun bir aradan sonra. Filmin sonları bana Notebook'la A Moment to Remember'ı hatırlattı, asıl kafamı karıştıransa yardıma muhtaç eşi bekleyen kadın olunca bu gayet normalmiş, kadının asli görevlerinden biri de buymuş, anlatmaya bile gerek yokmuş gibi gelmesi. Bunun dışında onca makyaj Brad Pitt'i gençleştirmesine gençleştirmişse de Thelma and Louise'deki veya Seven Years in Tibet'teki ışıltıdan eser kalmamış kendinde. Hikayeyi fazla masallaştırmamaları, fantastik öğelerle doldurmamış olmaları, olanaksız bir hikayeyi (masalı) tüm yalınlığıyla anlatmış olmaları, hikayeyi aşk çevresinde dolandırıp zamanın olaylarına (Forrest Gump gibi) değinmemeleri, gereğinden fazla dramatikleştirmemeleriyle, herşeyiyle güzel bir film olmuş. 5 dalda Golden Globe'a aday olmuş bile, Fincher'ın da bir oscar sahibi olma zamanı geldi de geçiyordu zaten...

Ocak 04, 2009

Canım Benim Nasılsın

Nazan Öncel, Masumiyet Müzesi'ne şarkı yapmış. Sting'in Anne Rice'ın romanı Interview with the Vampire'ı okuduktan sonra yazdığı şarkı da tam burda. Neymiş efendim, demek ki sabun köpüğünden şarkıcıysan öyle herşeye bulaşmayacakmışsın... Nazan'cığım bu şarkı ne sana yakıştı ne de Masumiyet Müzesine...

Ocak 01, 2009

Başkalarının Acıları


İntihar şov yapıyordu bu akşam birileri Taksim'de, yoğun bir kalabalık da polisin geniş tuttuğu kordon yüzünden heykelin üzerinde elindeki silahı şakağına dayamış adamın dediklerini duyamasa da eğlenceyi kaçırmamak için oradaydı. Pek çok kişi de 'ya sahiden intihar ederse' yaklaşımıyla cep telefonları ve kameralara sarılmış anı kayıt altına alıyordu, "ya sıkarsa gerçekten kafasına" diyerek arkadaşlarını olayı izlemeye ikna etmeye çalışanlar da yok değildi; bunun sessizce bile dile getirilmeyişi, adamcağızın beyni heykelin orasına burasına dağıldığında ağzından burnundan kanlar fışkırırken can verişini pervasızca izleyebilecek pek çok kişinin olduğu anlamına geliyor sanırım. Adamın ortaya koyduğu şovun doğruluğunu veya yanlışlığını tartışmak değil tabi amacım, hangi sebepten olursa olsun oraya elinde tabancayla çıkan birisinin yaptığı şeyi makul görmenin yolu yok; fakat ne kadar saçma da olsa oradaki adamın çekmesi olası acıları izlemek için bekleşen akbaba sürüsü beni korkutan. İntihar etmeye kalkışan adamın bir anlık tereddütüyle patlayan silahtaki kurşun kendi kafasına değil de izlemekte olan akbabalardan birine isabet etse, diğer tüm akbabalar orda bulunma sebepleri olan 'patlayan bir silah ve etrafa saçılan kan'ı çok daha yakından görmüş olsalar da bu duruma içerleyip çok üzülecektir eminim...