Ocak 07, 2009

Hacı Abiyle Yecüc Mecüc'den Amat'a

Daha abeceyi söktüğüm zamanlardan itibaren bana düzenli olarak yıllarca kitap hediye eden bir dayım var, ben daha dünyanın ne olduğunu anlamlandırmaya çalışırken üniversitede okuyan dayım, şimdiki lakabıyla Hacı Abi her memlekete dönüşünde bir dünya kitap getirirdi bana, ben de her birini özenle okurdum. Bana kitap okuma alışkanlığı kazandırdığı için kendisinin yeri her zaman ayrıdır gözümde. Kitap hediye edilecek sevimli yaratık olmaktan çıkıştıktan çok sonra beni İhsan Oktay Anar'la tanıştırdığı için kendisine ayrı bir saygı duyarım. İhsan Oktay Anar'ı anlatmaya/övmeye değer bir insan olduğumu düşünmediğimden hayal dünyasının genişliğini yansıtan bir bölümü üşenmeden aşağıya geçirmeden önce dayımın getirdiği kitaplarla ilgili bir hikaye anlatayım size:

Sene 1995 sanırım, 10 yaşında falanım, bir iki hafta sonra gerçekleşecek olan teyzemin düğünü için Soğucak köyündeyiz, 'sapına kadar köylü' bir çocuk ile sadece kızlardan oluşan uzaktan dayı çocuklarımın grubu dışında arkadaşlık edebileceğim yaşıtım kimse yok, ne soğucaklı arkadaşın muhabbetinden hoşlanıyorum ne de her ne kadar şimdi aksini kesinlikle tercih edecek olsam da yaşımın dürtüleri sebebiyle kız grubuna dahil olmak istiyorum ve tesadüfe bakın ki dayımın bana ne tür kitaplar getirdiğinin de işareti olan büyük yazı fontuna rağmen herhangi bir Britannica cildinden eksiği bulunmayan Çocuklar İçin İslam Ansiklopedisi'ni getirmişim yanımda. Hoş sohbetine, anlattığı anılara doyamadığım İkinci Dünya Savaşı sırasında dört sene askerlik yapmış aslında annemin dedesi olan (mekanı cennet olsun) Hasbi dedemden arta kalan zamanlarda bu ansiklopediyi karıştırırdım sürekli. Kitapta da en çok ilgimi çeken konu, çocukluğun verdiği merak duygusundan olsa gerek, kıyamet alametleriydi, kıyamet alametlerinden de en çok ilgimi çeken yecüc mecüc konusu idi. Şimdi tam burada durup, dedemlerin evinin konumunu ve benim evde kitabı okuduğum yeri ve yecüc mecüc'ün ne olduğunu anlatmam gerekiyor sanırım. Şimdi efendim, dedemlerin evi köyün en batısında, yıllar önce kardeşiyle ikiye ayırdıkları kocaman evin iç tarafında, önünden Kitiz'e ve yaylara giden, köyün çobanı ve Nasreddin hocanın fıkrasındaki gibi önündeki çalılara koyunlarının yünlerini bıraktığı sürüsü dışında kimselerin pek uğramadığı bir patikanın geçtiği, arka tarafında ise en yukarısında bir su deposu yer alan çorak bir tepenin bulunduğu bir evdi, benim kitap okuduğum yer ise evin geniş salonun tepeye bakan tarafındaki macunları kalktığı için sürekli esintiyle ses yapan penceresinin kenarıydı, yani kitap okumayı adet edindiğim yerin tek manzarası bu çorak tepeydi. Yecüc ve mecüc konusuna gelirsek, bu melun yaratıklar kitapta aşağı yukarı şu şekilde tasvir edilmişti: Yüzleri yassı, gözleri küçük, kulakları çok büyük, boyları kısadır. Herbirinin bin çocuğu olur. Arkasında kaldıkları seddi her gün oyarlar; sed, gece eskisi gibi olur. Hepsi kâfirdirler. Sed arkasından çıkınca insanlara saldırırlar. İşin en ilginç yanı bu mendeburların her tepeden inerek insanlara saldıracağı defalarca tekrarlanmaktaydı, çorak tepe manzaralı okuma mekanımda, pencereden gelen her uğultuyla çocukça bir merakla bu lain yaratıklar bir gün sonumuzu getirmek üzere o tepeden aşağıya hücum ederken onlara hazırlıksız yakalanmamak ya da en azından neye benzediklerini tam olarak görmeden teslim olmamak için defalarca tepeye doğru çevirirdim gözlerimi...


İhsan Oktay Anar'ı benim anlatmama imkan yok; onu, en iyi kendisinin anlatabileceğini düşünerek Amat'tan bir alıntıyı geçiriyorum buraya, kimbilir yarın bir gün birisi de burdan görüp kendisiyle tanışma şerefine kavuşur:

***
Cebelitarık'ın gerek batısında gerekse doğusunda olsun, top taşıyan hemen hemen bütün savaş kalyonlarında top için gerekli barutu kovalarla getirmekle yükümlü bir çocuk taifesi olurdu ki, bunlara "aylakçılar" denirdi. Genellikle Konstantiniye'deki sokak çocuklarından subaşı tarafından yakalanan talihsizler, yarım akçe yevmiyeyle kalyonlara bu iş için teslim edilirdi. Ancak ücretlerinin düşüklüğü nedeniyle bunlara acımak pek akıl kârı bir iş sayılmazdı. Her şeyden önce, artık kamışlarına çoktan su yürüyen, 13-15 yaşlarındaki bu çocuklar , gemicilerin abdest bozduğu başüstünde, kâh gece yarısı kâh seher vakti sık sık istimna ederler ve böylelikle kötü talihe davetiye çıkarırlardı. Ayrıca yaşlarından dolayı, karpuzu çizdirmemek için tam bir canavar olmak zorundaydılar. Bunun için birbirlerinden ayrılmamaya dikkat ederler, hatta para denkleştirerek aldıkları kocaman bir battaniyenin altında 6-7 kişi hep birlikte yatarlardı. Fakat bu da her zaman para etmezdi. Çünkü başlarına gelmesinden korktukları şeyi bu kez birbirlerine yaptıkları da duyulmamış değildi. Kafalarını kazıtacak parayı bir türlü çıkıştıramadıkları için, gemi berberi bunların saçlarını koyun kırkma makasıyla kırpar, böylece eğri büğrü, biçimsiz kafatasları meydana çıkardı. Fakat ender de olsa, içlerinde yüzüne bakılır türden olanlar da bulunurdu. İşte bu hûb oğlanlar, ek bir ücret karşılığı reislerden birinin postası olabilir ve kalyonda, çopur, dişlek ve suratsız akranlarına nispetle daha rahat bir hayata kavuşabilirlerdi. Ancak bu rahatlık daima kıskançlığı davet eder, böyle bir çocuğa 'reisin karısı' gözüyle bakılır ve zavallı artık bu unvan ile çağırılırdı. Ne olursa olsun, kalyonda en muteber iş, bir yolunu bulup gemi mutfağına kapağı atarak aşçının yardımcısı olabilmekti. Çünkü yangın tehlikesine karşı tuğlayla örülmüş gemi mutfağında soğan soyan, satırla et parçalayan, çorbanın dibi tutmasın diye kepçeyle kazanı karıştıran çocuklar daima şişman olurlardı. Bu şerefli görevlere lâyık görülmeyen bahtsızlar ise gün boyunca, güverteye kum döküp ellerinde raspa taşlarıyla tahtaları ovarlar, baş kasarayı ve ambarları süpürürler, yahut halatları roda ederlerdi...
...


Hiç yorum yok: